Ağın ve Ağınlılar

Gurbeti, sılayı, acı tatlı kederli neşeli taraftarıyla; Eğin, türkülerinde her çeşit duyguyu bulmak mümkündür.
Bu hisler altında, bu duyguların etkisi altında insanlar; doğdukları yerler hakkında da bilgi edinmek isterler. Biz Ağın’lılar da Ağın hakkında bilgi edinmek için; bir takım sözlü ve yazılı kaynaklara başvurmuşuzdur.

Kendimizce, şu sözleri ve verileri değerlendirerek bilgi edinmeye çalışmışızdır, Hasteğin kalesi, kaleciğin taşları, çiftçilerin buldukları ufak tefek eşyalar; (örneğin Halil ağagilin Adıgüzel ağının çift sürerken bulmuş olduğu, at üzerinde kılınç elinde, ünlü Yunan heykeltıraşı, Fidyasin İskender heykeli bunlardan biridir ne yazık ki dereye atılmıştır.

Daha sonra Cumhuriyet döneminde, köy yolları yapılırken Hoşirik bağları üstündeki yolda bulunan Hitit salonu ve Pağniklilerin buldukları Hitit mezarları ve bir altın şamdan, buralarda Hitit’lerin oturduğunu gösterir. Daha sonraları yapılan arkeolojik kazılardan anlaşıldığına göre, bölgemiz her çağda oturma alanı olmuştur. Son bilgiyi, Arkeolog Prof. Dr. A. Kılıç Kökten’den öğrenmiş olduk.

Kendisini Ağustosun sıcak bir gününde Çınaraltı kahvesinde buldum. Beni serin bir yere götür dedi; Cefiye götürdüm, Bahçelerde oturduk, çok sevindi ve beğendi. Dönüşte, dereden geçerken bir çakmaktaşı buldu, “İşte bu taş M.Ö. 250 bin yıllarında delme aleti olarak kullanılırdı” deyince biz dere yukarı çıkmaya başladık ve bu taşlardan dört tane ben, beş tane de kendisi buldu ve çok sevinçliydi. Onları sıkı sıkı saklıyordu, Elazığ’dan iki arkeolog gelecekti, bu taşlardan bir tanesini onlara vermek istemiyordu.

Donagilin çeşmenin başına oturduk, taşları değerlendirmeye başladı. Bu taşlar M.Ö. beş yüz bin ile, M.Ö. 250 bin yıl öncesine aitti. Dr. Kılınç’ın verdiği bilgiye göre; Hastek (Yenipayam) ile Andiri (Akpınar) köyü arasındaki, Çakmaklı mevkii, ilk insanlar için ideal bir yerleşim yeri idi. Önündeki çay, su ihtiyacı için elverişliydi; bol çakmaktaşı, materyal bakımından kullanıma çok elverişli, tepe üstü oluşu savunmaya elverişliydi. Bu verilere göre, bu bölgede birçok uygarlıklar kurulmuştur. Bunlardan eserlerinde var olan, Proto Hititler, Hititler, Mitaniler, Urartular, Romalılar, Bizanslılar, Lidyalılar, Persler, Doğu Roma İmparatorluğu, Malazgirt savaşından sonra Türk vatanı olmuştur.

1071 Malazgirt savaşından sonra, Türkler Hazar Denizinin kuzeyinden gelip, Fırat nehrinin iki kolu olan Karasu ve Murat kollarını kendilerine doğal yol yapıp, Anadolu’ya yakın zamana kadar gelmeye devam etmişlerdir. Tahmin edilir ki; 18. yüzyılda gelenlerden bazı kabileler, Karasu kolunun kuzey taraflarına yerleşmişlerdir. Ağın, Halim Özkul’daki bir padişah fermanında, Agaver mezraası diye geçer. Sık oturma alanı olan bu yerlerden, yaşamaya en elverişlisi, bol sulu olan Ağın, kısa bir zamanda büyüyüp, önce köy, sonrada 19. yüzyıl ortalarına doğru, nahiye oluyor.

Tahminen 1890’larda, medresede okumak için İstanbul’a giden Hüseyin Efendi, medreseyi pekiyi derece ile bitirip icazet (diploma) alıp, Sultanların cuma namazı kıldıkları camilerde vaaz etmek yetkisini kazanır. Bir cuma günü Ayasofya’da vaaz ederken, 2. Sultan Hamit cuma namazına gider ve hocayı dinler. Çok beğenmiş olmalıdır ki; namazdan sonra hocayı çağırır. Nerelisin diye sorar, hoca Eğinin Ağın nahiyesindenim der, II. Abdülhamit saray nazırı hacı Ali Beye emir verir, “hocaya para ver, vakıflardan da bir pay ayır, bir tertipte kitap ver, gitsin memleketinde bir medrese yaptırsın kendisi gibi hocalar yetiştirsin” der. II. Abdülhamit camiden ayrılır, arabasına biner, meğer Ermeni komitecileri padişahın geçeceği yola bomba koymuşlardır, hoca ile konuşmasında geciken padişah, oraya gitmeden bomba patlar ve kesin bir ölümden kurtulur. Arabacısı ve koruyucuları hepsi kaçarlar. Padişah atların dizginini toplar, hiç bir şey olmamış gibi doğruca saraya gider. Böylece korkak Abdülhamit kahraman olur. 

Hoca Hüseyin Efendi, parayı, kitapları alır, Ağın’a gelir. Medresenin iki elemanı vardır; biri kendisi (müderris: öğretmen) biri de babam Bevvap (kapıcı). Babam hem çalışır, hem okur ve icazet (diploma) alır.

Yakın köylerden gelenler okur, akşam köylerine dönerler, uzaktan gelenlere de, 4-5 kişiye bir oda verilirdi. Hoca, Ağın’ın medresesinin öğretmeni, hem Ağın’ın yöneticisi, hem de aşağı caminin imamı. Mühür onda, söz onun idi, davanın hakimiydi. Onun sözünden kimse çıkamazdı, neşeli, hoş sohbet, misafirperver idi. Öğrencileri içinde Kohpınik (Ayvacık) köyünden bir öğrencisi vardır, Abdullah Lütfi, deha derecesinde zekası, inat derecesinde direnişi, hiçbir şeyden korkmayacak derecede cesareti olan bir öğrenciydi. On kilometre uzaktaki köyünden, sabah gelir, akşam köyüne dönerdi. Köyünün beş yüz metre önündeki çayı, her akşam sabah geçer; akşam köye giderken, çayı geçtikten sonra bile aklına okuduğu dersten bir kelime takılırsa, geri döner hocasına sorar, öğrenir tekrar köyüne giderdi. Bilmediği bir kelimeyi öğrenmek için, icabederse saatlerce çalışırdı. Medreseyi bırakıp İstanbul’a giden Abdullah Lütfi, polisliğe başvurur. İmtihana girmesini söylerler. Okuma bildiğini, fakat yazamadığını söylemesi üzerine yazması olmayan polis olamaz derler. O zamanlar medrese, yalnız okumayı öğretir, yazmayı öğretmezdi.

Abdullah Lütfi yanına bir haftalık yiyecek alıp, gece gündüz çalışır, yazmayı öğrenir. İmtihanı başararak, polis olur. Bir yıl polislik yapar, ayrılır öğretmenliğe geçer. Öğretmenlikte geçen ilginç hayat hikayesinin, özenerek okutup öğretmen yaptığı (Hekkambaşı gilin Süleyman) Süleyman Gündüz’den beraberce dinleyelim:

Elazığ’ın birçok kaza ve nahiyelerinde öğretmenlik yapan A. Lütfi Hoca, Ağın’daki öğretmenliği sırasında. Padişah II. Abdülhamit hakkında bazı sözler söyler, bunu padişaha duyururlar, Ağın’a bir hafiye gönderilir (Mit örgütünden). Bu memur, altı ay Ağında Abdullah Lütfi hakkında araştırma yapar, Ağın’lıların çoğu bu hafiyeyi tanır, yalnız A. Lütfi Hoca tanımaz. Çünkü o görevinden başka şeyle uğraşmaz. Altı ay sonra hafiye İstanbul’a döner, gözün aydın derler, A. Lütfi şaşırır; ne var gözaydınına der. Gizli polis gitti dediklerinde, yaa o benim için mi gelmişti der, evet sizin için gelmişti dediklerinde de; hiçbir şey söylemeden doğruca postaneye gider saraya şu telgrafı yazar.

2. Sultanhamit Han Hazretlerine İstikâmet mahza bir cinayetse, ben bizzat o fiilin failiyim. Türkçesi: Doğruluk, katı olarak cinayet sayılıyorsa, ben o cinayeti işleyenlerdenim. Bütün tanıdıkları, “hoca seni öldürtürler, etme eyleme’ derlerse de Hoca kimseyi dinlemez, teli çeker, bir şey de çıkmaz.

“Ağın’da okuyabilen her genci, velevki zorla da olsa okuturdu” diyor Süleyman Gündüz. Elazığ’da açılan öğretmen okuluna İstanbul Darülfünunundan ((üniversitesinden) mezun, Ağınlı Ömer Lütfi Yücel müdür olarak tayin edilir. Ağın’da A. Lütfi’nin yetiştirdiği öğrencilerden büyük çoğunluğunu öğretmen okulları alır. İlk mezun olanlar göreve başlamadan, 1. Dünya Savaşı çıkar, hepsi de askere alınırlar, gidenlerden pek azı geri döner.

Bu savaş sırasında, A. Lütfi Ağın’dadır. Elâzığ’dan bir heyet gelir, ordu için koyun, keçi, inek toplarlar. Toplanan koyunlardan birisini görevliler bir bağda keser yerler. A. Lütfi sabahleyin gelir, caminin önündeki musalla taşına çıkar, hayvan toplayan heyet te oradadır. Gelin vatandaşlarım, ne uyuyorsunuz, Kafkas cephesinde vatan için çarpışan evlatlarımız için toplanan koyunlardan birisi kesildi ve yendi, siz hala uyuyorsunuz. Heyetin başkanı olan albay kalkar; “hoca benim yetkim seni şu taşın önünde asmaya yeter aklını başına al” der. Hoca, buna karşılık olarak; beni asma, otuz paralık bir kurşunu esirgeme de, tabancanı çek ve beni vur ki, oraya kanım aksın. Belki oradan bir adam yetişir de; şu talihsiz yurdu kurtarır, bunu esirgeme, der. Heyet; nereden çattık bu belaya der ve çeker giderler.

Medreseler Osmanlı İmparatorluğunun çökmesine sebep olmuştur diye, amansız düşmanıdır. Bir gün öğrencilerine, “yarın gelirken bir kazma bir de kürek getirin” der. Öğrenciler ne yapacaklarını bilmeden götürürler. “Gelin gidip, medreseyi yıkıp, yerini tarla yapacağız” der ve yürürler. Önlerine babam çıkar, o da medresenin onun kadar aleyhindedir, kırk yılını almış fakat lazım olan şeylerden çoğunu vermemişti. A. Lütfi hocaya der ki “Eğer medresenin binasını yıkmak yetecekse, öğrencilere gerek yok ben onu iki saatte yıkar yerle bir ederim, onun İçini yıkmak lazımdır” Doğru söylüyorsun der ve döner.

Bu topluma uymayan davranışından dolayı kendisine tahtasız (az akıllı) lakabını vermişti halk. İlk kez kendi kızı Seniha’yı okutup öğretmen yapmıştı, Yeni bir alfabe düşünmüş ve bazı değişiklikle kolaylaştırmaya çalışmıştır. Öğretmenliği içinde öğrendiği Fransızca ile Viktor Hugo’nun Sefillerini anlayacak kadar öğrenmişti, tabii kendi kendisine. Her isteyene de Fransızca öğretmek isterdi. Ona göre kalkınmak için, milletin bütün fertlerinin aynı tahsili görmesi gerekiyordu.

Cumhuriyet döneminde Süleyman Gündüz’le Elazığ’da bir dükkanda otururken sokakta bir gürültü çıkar. A. Lütfi hemen ilgilenir. Bir keçinin bir boynuzundan bir polis, öteki boynuzundan bir kadın tutmuş, ikisi de bağırıyor:
-Gel Süleyman, vatandaş haksızlığa uğramış. Hoca, kanun orada, polis var.
-Kahrolasın haksızlığı polis yapmış.
-Gittik öğrendik; kadın keçisini polise dört mecidiyeye satmış, gümüş para ile, polis kadından bir mecidiye almış, bir banknot vermiş. Banknotun o günkü para değeri bir mecidiye, keçi bedavaya gitmiş.
Polis der ki -devlet bu banknotu yüz kuruş kabul etmiş.
-Kadın bunun değeri yirmi kuruştur der.
A. Lütfi polise -bunun değeri bir mecidiyedir, yani yirmi kuruştur der. Keçinin bir tarafındaki polis, karakolda devletin parasını kabul etmediği için onları cezalandıracağı tehdidini savunurken, keçinin öbür tarafında, hoca her beş adımda bir kez kadının, yarım metre bez sarılmış kafasına bir kez vuruyor ve -ne zaman bu kafa tenevvür edecek te (aydınlanacak ta) polise hakkını yedirmeyecek. Bu halde bir binanın altındaki polis müdürlüğü karakoluna gittik. Kapı açıldı, polis müdürü hemen ayağa kalktı, koşarak hocanın elini öptü; polisten bir şikayeti olup olmadığını sordu. Hayır polisten şikayetçi değilim. Yine kadının kafasına vurarak -şikayetim bu kafadan, ne zaman bu kafa tenevvür edecek te polise hakkını yedirmeyecek. Kadının keçisini dört mecidiyeye sattı ve parayı kadına verirken son bir kez aynı sözü tekrarladı. Ne zaman bu kafa tenevvür edecek te polise hakkını yedirmeyecek.

Yine Elazığ’ın kazalarında öğretmenlik yaptığı okulun çocuk yaştaki işçisini okutarak öğretmen yapmış. Kendisine müfettişlik teklif edildiği zaman, hoca, -kim okutuyor ki ben teftiş edeyim okutan lazım, teftiş eden değil der. Müfettiş lazımsa, işçilikten yetiştirdiği öğretmeni önerir ve o müfettiş olur. Milli Eğitim Müdürüdür yakın zamana kadar. Çok yakın zamanda da ölmüştür. Bunlar benim duyup işittiklerim, Kırk yıldan fazla öğretmenlik yaptıktan sonra “FAZİLET” ödülü ile emekli olmuştur.

Emekli olduktan sonra da Mınayik (Dürümlü) köyünde özel olarak bir kaç yılık öğretmenlik yapmıştı. 1930 yılında öğretmen okulunun üçüncü sınıfında öğrenci iken, Fransızca dersi almak için gittiğim evinde yatakta buldum hocayı. Hasta değil fakat ihtiyar idi. Ders verip veremeyeceğini sordum; veririm, fakat bir gün gelmemezlik edersen kabul etmem. Şartını kabul ettim, -oku bakalım dedi, okudum. Tercüme et dedi, tercüme ettim. Gramer sordu, cevapladım, -okuma zayıf, ötekiler iyidir dedi, devam ettim,

Cumhuriyetin ilanından sonar Ağında, yine okuttuğu öğrenciler çoğalmıştı. Elazığ’da yeni öğretmen okulu açılmış, Meslek Dersleri öğretmenliğine de Halim ÖZKUL atanmıştı, Bu kez de, A. Lütfi’nin son yetiştirdiği öğrencileri Halim Özkul öğretmen okuluna yerleştirilmişti. Elazığ’da öğretmen okulunun kalkmasından sonra. Köy Enstitülerinin açılışında Ahmet Remzi Gençosmanoğlu, Latif Yurtçu, Hayrullah Fırat Ağın’lıların okumasında çok yardımcı olmuşlardır. Rahmetli olan hepsine teşekkür borçluyuz.

1924 yılında medrese kalkmış, eğitimde birlik kurulmuş, teokratik devlet ortadan kalkmış, inkılaplar başlamıştı. Fakat Hoca Hüseyin Efendi eski kıymetinden hiçbir şey kaybetmemişti. Yine Ağın’ın hakimi, yine yöneticisi, yine sözü geçen tek adamıydı.

Bir gün, 1925 yılının bir günü tellal bağırıyordu. Hocanın emri var; kazmasını, küreğini, silahını alan herkes caminin önünde toplansın. Her zaman olduğu gibi bu davete koşan ilk meraklılar, biz çocuklar olduk. Hoca henüz gelmemişti. Halk konuşuyordu: Şeyh Sait isyan etmiş, şeriatı kurtaracakmış. Belki de hoca bizi onun için çağırmıştır. Acaba yardımamı gönderecek, her halde şeriat için isyan eden ve onu kurtarmaya çalışan bir adama yardımdan başka ne yapılabilir diye konuşmalar devam ederken, hoca geldi ve ünlü söylev kürsüsü olan musalla taşının üzerine çıktı. Toplanan halk etrafında kümelendi.

O gür bir sesle, -Arkadaşlar, Şeyh Sait adında birisi isyan etmiş, Elazığ’a gelmiş, şeriatı kurtaracakmış. Allah, şeriatı kurtaramamış da bunu vekil tayin etmiş, Allah şeriatı kurtarmak için kimseyi vekil tayin etmez ve isyan edenin hakkını da kimseye vermez. Bir ayet okudu ve Türkçesini söyledi, Burada Allah buyuruyor ki devlet istediğini yapmak ta serbesttir. İsyankarlar bu tarafa doğru gelecek olurlarsa, Fıratın kenarında siperler kazıp içinde bekleyeceğiz. Geldikleri zaman ateş edip öldüreceğiz. Halkın önüne düştü doğru Fırat kenarına gittiler, Bizim tarafa gelmediler, Diyarbakır tarafına yöneldiler. Bu Şeyh Sait olayından sonra. Hocayı Kemaliye Müftülüğüne atadılar ve Bakanlar Kurulu kararıyla 1933 yılına kadar, yani ölünceye kadar bu görevde kaldı.

Yukarıda adları geçen Ağınlılar sayesinde, nüfusun %99’u okuryazar olmuş, nüfusundan daha çok öğretmen ve bir o kadar da memur yetiştirerek millete hizmet etmiştir, Keban barajı istimlak davaları ortaya çıkıncaya kadar Ağın mahkemesinde hakim durmazdı. Bir yaz tatilinde Ağın’da, Samsun lisesinden bir öğrencimi hakim olarak buldum. Ağın’ı çok sevdiğini fakat bir yılda tek bir dosya işlediğini bununla da terfi edemeyeceğini, daha fazla kalmanın aleyhinde olacağını söyledi. Hapishanesi bomboştu.

1950’li yıllarda üç problemi vardı Ağın’ın. Kaza olmak, ortaokula kavuşmak, elektrik. Her üçüne de Ağınlıların çalışmalarıyla kavuşulmuştur, Bu güne kalan ve uzun hikayesiyle devam edip gelen bir köprü sorunu ve sulama sorunu vardır, Uygarlık ilerledikçe yeni problemler de çıkacaktır. Aziz hemşerilerimizin sayesinde onların çözüleceğine de inancım tamdır.

Birinci Ağın mecmuası 1960’larda çıktığı zaman ben de vardım. Nasıl çıktı, niçin az ömürlü oldu ve niçin kapandı. Bir akşam oturmasında rahmetli Cevat Onay’ın evinde böyle bir fikir ortaya atıldı. Hasan Hocaoğlu ve daha birkaç Ağın’lı vardı. Uygundur dediler ve çıktı. Hasan Hocaoğlu savcı yardımcısı idi, o resmi işlemleri yaptırdı ve çıkmaya başladı. Fakat ömrü az oldu. Sebepler açıktı.

Önce, mecmuanın tanıtılması için, tanınan bir isme ihtiyaç duyulmuştu. Sonra yöresel değildi. Ağınlılar belli bir iktisat sistemine sahip değillerdi. Bu kadar kalabalık ta değillerdi. Mecmua yöresel değil genel idi. Aynı zaman da öteki mecmualar derecesinde kaliteli de değildi. Kurucuları daha fazla ilgilenemedi. Bir kısmı başka yerlere atandı, bir kısmı öldü. Organizasyonun iyi olmayışı ve alt yapı yoksunluğundan kapandı.

Yenisine gelince; görebildiğim kadarı ile çoğunlukla yöresel olduğundan Ağınlıların hepsi tarafından benimsenmiş ve dört elle sarılmışlardır. Herkes sahip çıkmış ve benim demiştir. Organizasyon mükemmeldir, kalabalıktır ve de azimli, bilgili gençlerdir. Bu durumdaki Ağınlılar çoğalmış ve ekonomik durumları yükselmiştir. Ağın’ı ve Ağın’lıları sevenler için bu durum elverişlidir. Umarım ki yeni Ağın Dergisi uzun ömürlü olacaktır. Kurucularına, yürütenlere ve çalışanlarına teşekkürler.
Not: Ağın ilçesinin en büyük sorunlarından biri olan köprü problemi çözüldü.
Dergi: Ağın Düşün ve Sanat Dergisi
Yazar: Seyfi Beşe
Tarih: 1992