Derviş Kime Denir? Derviş Nasıl Olunur?

Bir müslüman tarikatına girmiş ve onun kurallarını, törelerini benimsemiş kimse. Yoksulluğu, çilekeşliği benimsemiş kimse. Her şeyi hoşgörüyle karşılayan alçakgönüllü kimse. Derviş hırkası, mevlevi tarikatından dervişlerin giydikleri üstlüğe verilen ad.

Derviş masallarda masal kahramanlarının önüne Tanrı’nın elçisi olarak çıkar; onların dertlerine çözüm bulur, yol gösterir; onları tehlikelerden kurtarır. Çocukları olmayanlara sihirli elmayı verir, böylece özlenen çocuk doğar. Doğan çocuklara ad koyar. Tasavvufi divan ve halk şiirinde dervişler, sahip oldukları gizemli güçler, Tanrı ya yakınlıkları, temiz kalplilikleri dolayısıyla övülür. Çile çekmesi, elindeki asası, teberi, bir lokma bir hırkayla yetinmesi, su üstünde yürüyerek keramet göstermesi, dünya malına istekli olmaması, acıya katlanması vb. yönleriyle canlandırılır: Eşküm cihanı tuttu ben âb üzreyü-rürem I Derviş i ışk-bâza kerâmet hemin ola (Gözyaşlarım bütün dünyayı kapladı; ben su üzerinde yürürüm. Aşk oyuncusu derviş için keramet bu olsun) [Ahmet Paşa].

Başta Yunus Emre olmak üzere, tekke şairlerinin hepsi dervişti. Halk şiirinde derviş gönül zenginliği, güçlü sezgileri yönünden değerlendirilir: Her kime kim dervişlik bağışlana Kalbi gide pâk ola gümüşlene (Yunus Emre). Çağdaş türk edebiyatında Binboğalar efsanesi (Yaşar Kemal), Saatleri ayarlama enstitüsü (A. Hamdi Tanpınar), Çalıkuşu (R. Nuri Güntekin), Miskinler tekkesi (R. N. Güntekin) vb. yapıtlarda da dervişlerden söz edilir.

Tasavvufta Derviş

Derviş adayları herhangi bir tarikata alındıktan sonra, uzunca bir giriş (sülük) döneminden geçmek zorundaydılar. Gerekli olgunluk düzeyine ulaşmak, öz-benliklerini ve gururlarını yok etmek için dilenirlerdi. Dervişliği, mürşitlerinin yaptıklarının aynen yaparak, onlar gibi davranarak öğrenirlerdi. Zikr bütün tarikatların ortak temel noktasıydı. Ayinlerde dervişler zikr sırasında cezbe durumuna girerek büyük bir dinsel coşkuyla kendilerinden geçerlerdi. Bağlı oldukları tarikatlara göre, bedenlerine şiş sokan, ateş üzerinde yürüyen, canlı akrep ve yılan yutan,’ cam kırıkları yiyen dervişler vardı. Kadın dervişlere Anadolu beylikleri döneminde Baayan-ı rum denilirdi.

Dervlişliğe tekke ve zaviyelerin kapatılmasını öngören 677 sayılı yasa ile son verildi (30 kasım 1925). Derviş tasavvufta “kapı eşiği” anlamına da gelir. Bu nedenle, dervişler kendilerini, eşik gibi ayaklar altında çiğnenmeye katlanabilen kişiler olarak görürler ve bu yüzden de kapılardan girip çıkarlarken genellikle eşiğe basmayı tarikat törelerine aykırı sayarlar. Kendilerini Allah’a adadıkları için yoksulluğu tarikat ehli olmanın temel koşulu kabul ederler. 

Dervişlik

Dervişliğin en belirgin niteliği yoksulluğu (fakr) kabullenmektir. Tasavvufun önde gelen ilkelerinden olan fakr, dervişin mal mülk, giyim kuşam vb. dünya nimetlerine önem vermesini engeller. Kapı kapı dolaşarak dilenenlere de yanlış olarak derviş denilmişse de, aslında dervişlikte temel ilke, Allah’tan başka hiç kimseden hiçbir şey beklememektir. Fakr da, Kuran’da belirtildiği gibi, kişinin Allah karşısındaki yoksulluğu ve yalnız O’na muhtaç oluşudur (XXXV, 15). Hz. Muhammet’ in tutumu da bu anlamdaki yoksulluğu doğrular. Nitekim, Hz. Peygamberin “Yoksulluğumla kıvanç duyarım” dediği rivayet edilir. Dervişlikte, dış yoksulluk, tasavvuf yolculuğunun başlangıç makamı sayılır ve bu sayede dervişlerin ruhlarının dünya ile ilgilerinden kurtularak Allah’a tam anlamıyla yönelme özgürlüğü kazanacağına inanılır. Bu nedenle dervişlikteki gerçek fakrın görünümlerinden biri de kimseden bir şey istememektir.

Derviş, maddesel nimetler karşısındaki bu vazgeçişi daha da öteye götürerek, Allah sevgisi ve hoşnutluğu dışındaki bütün ahiret nimetlerine bile ilgisiz kalır.

Yunus Emre, bu yaklaşımı şu dizelerle dile getirir: “Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / isteyene ver onları / Bana seni gerek seni”. Ünlü bir hintli sufi olan Hüc-viri’nin (öl. 1072) Keşfü’l-mahcub adlı yapıtındaki tanımına göre, “dervişlik, bütün anlamlarıyla mecazi bir yoksulluktur; onun bütün ikincil görünümlerinde deneyüstü bir ilke vardır Tanrısal sular dervişin üstünden gelip geçer. Dervişin işleri, kendisindendir; eylemleri kendisine yüklenir, düşünceleri de kendisine bağlıdır. Ancak, bir kez, işlerini kendisinin elde ettiği biçimindeki bağlardan kurtuldu mu, eylemleri artık kendisine yüklenemez; şimdi o, yolcu değil yoldur; yani derviş kendi iradesini izleyen bir yolcu değil, üzerinden geçilen bir yoldur.” Böylece derviş, yaratılmış benliğini oluşturan tüm sözde niteliklerden sıyrılır (fenâ) ve gerçek nitelikleri olan tanrısal varlıkta sonsuzlaşır (beka).

Tasavvuf tarihinde, dünya nimetlerini önemsemeyen, kendini salt ibadete veren zahitler (aşırı sofular) daha Hz. Muhammet döneminde vardı.

Hz. Peygamberin zaman zaman “Eşinizin, çocuklarınızın, bedeninizin, gözlerinizin de sizde hakkı vardır Hiçbiriniz Allah’a benden daha yakın olamazsınız; oysa ben hem ibadet ederim hem de çalışırım, dinlenirim” gibi sözlerle bu gibileri uyarmak gereğini duyduğu bütün güvenilir hadis kitaplarında belirtilir.

İslam dünyasında dervişlerin oluşturduğu, kuralları, töreleri, ilkeleri (âdab ve erkân) olan tarikatlar ancak XIII. yy.’da ortaya çıktı. Bu tarihten başlayarak bireysel nitelikli dervişlik yaşamı sürdürenler, artık mürşitlerinin çevresinde kurumsal bir düzene geçtiler. Bununla birlikte, silsile denilen tarikat zincirini değişik kanallardan Hz. Muhammet’e kadar götürmek, tüm tarikatların ortak özelliği oldu.

Tarikatlarda her derviş, kendisini Hz. Peygamber’e bağlayan bu silsileyi öğrenmek, tarikat büyüklerince telkin edilen inancın, tarikat âdab ve erkânının ruhsal yükseliş için namaz, oruç gibi farz ibadetler kadar önemli olduğunu benimsemek zorundadır.

Derviş, kendisini tarikata sokan kişi (şeyh, mürşit, pir, üstad) aracılığıyla tarikat silsilesine katılmış olur. Dervişliğe aday olan tâlip, ikrar ve ahd ya da bey’at ile tarikata girer. İkrar, islam inançlarının benimsenmesi, ahd ve bey’at ise, biçimi tarikatlara göre değişen bir tür antlaşma ve sözleşmedir. Mürit bundan sonra bir uyum dönemi olan çile”ye girer.

Dervişler, tekkelerde hücre denilen küçük odalarda yaşarlardı. Bütün dervişlerin bir arada bulundukları, tek bir büyük odası olan tekkeler de vardı. Dervişler için tekke, ahlak ve muaşeret kurallarının, ilkelerinin öğretildiği bir yerdi. Burada öğretilen “edepli davranış”, toplumsal yaşamın ana kurallarından kabul edilirdi. Ünlü sufi Molla Cami, Nefehâkül-üns adlı yapıtında “Her şeyin bir hizmetçisi vardır; dinin hizmetçisi de doğru davranıştır” diyerek, dervişlikte, dindarlıkla ahlaklılığın bölünmezliği ilkesini dile getirir.

Aynı sufiye göre, dervişin, “benim ayakkabım, benim gömleğim vb.” biçiminde konuşmaması gerekir; çünkü, bir şeyi varsa onu kardeşiyle paylaşmalıdır; yoksa mertebesinden olur. Tekkelerde dervişlere, ruhsal yollarındaki ilerlemelerine göre türlü görevler verilir, bu konuda mertebe silsilesine dikkat edilirdi. Dervişler arasında, en uygun olanı halife mertebesine yükselir ve şeyhinin ölümünden sonra onun yerine şeyh olarak tekkeyi yönetirdi.