Nasreddin Hoca’nın Evlilik Hayatı

Nasreddin Hocanın evlenme çağı gelmiş, hatta geçmişti. Konu komşu onu bir an önce baş göz etmek için paçaları sıvamışlardı. Hoca’ya uygun, ne zengin, ne fakir, ne çok güzel, ne de yüzüne bakılmayacak kadar çirkin bir eş.. Görücüler, mahalle mahalle yayılmışlar, fakat kimin kapısını çalmışlarsa:
— Evi var mı? Varsa yanında bağı var mı? Yüz görümlülüğü için kaç altın verecek? Kaç takım elbise biçiverecek?…
Diyorlar, bunların hiç birisine cevap veremedikleri için de geri çevriliyorlardı.
Sonunda biraz geçkin, evde kalmış bir kız buldular. Hoca’ya:
— Dişine bakma, işine bak.. Elinden her şey gelir, iyi bir hatuncağız olur..
Dediler. Nasreddin, «Siz bilirsiniz» der gibi boynunu bükmüş, düğün hazırlıkları başlamıştı.
Evleneceği akşam, eş dost, konu komşu dâvet edilmiş, pilâvlar, zerdeler dökülmüştü. Düğün bu, hay huy arasında damadı arayıp soran olmuyordu. Halbuki, evlenecek onlar değil, kendisiydi, yiyip içmesi, eğlenip gülmesi gereken biri varsa, o olmalıydı. Ötekilere ne oluyordu? Hele, çoktandır özlediği zerdeli pilâvdan da mahrum kalmasına bir türlü tahammül edemedi, gücendi, başını alıp çıktı kırlara.
Neden sonra, Hoca’yı hatırlayan davettiler:
— Yahu, gerdeğe girecek.., Damad nerede?
Diye aramağa, sormağa başladılar. Nihayet geç vakit kırda bayırda yakalamış getirmişlerdi:
— Neredesin, iki saattir seni arıyoruz.. Haydi durma, gerdeğe gireceksin.
Hoca kızgın:
— Neme lâzım, zerdeyi yiyen girsin gerdeğe! Demişse de dinleyen olmamış, yaka paça içeri atmışlardı.
Olan olmuştu. Bir köşede ayakta bekleyen nâzeninin peçesini kaldırdı. Bir de ne görsün. Çirkin mi çirkin..
Dostlarının bu oyununa içerlemişti.
Sabahleyin, giyinip dışarı çıkacağı sırada, gelin kırıtarak:
— Efendi, akrabanızın erkeklerinden hangisine görünüp hangisine görünmeyeyim..
Deyince, zaten tepesi atmış olan Hoca:
— Bana görünme de kime görünürsen görün!.. Cevabım vermişti.
Günler, aylar geçiyordu. Karısı çirkin olduğu kadar da huysuzdu. Hoca’ya dirlik düzenlik vermiyor, evde hır gür hiç eksik olmuyordu. Üstelik evlendikten sonra yeni bir huy da edinmişti: Sabahtan akşama kadar şu ev benim, o ev senin kapı kapı dolaşıyor, evine geç vakitler uğruyordu. Sağdan soldan şikâyetler gelmeye başladı:
— Hoca, senin hatun, komşudan komşuya, ev ev dolaşıp duruyor ne dersin?
Hoca biraz da alaylı:
—Doğru değil, eğer öyle olsaydı, bir kere de bizim eve uğrardı!,.
Cevabını veriyordu, Üstelik, suratı da hiç mi hiç gülmez, her fırsatta zavallı Hoca’yı azarlardı. Bir gün yorgun argın evine dönmüştü Hoca… Karısının asık suratını görünce:
— Hayrola, gülmez sultan.. Yine suratından dökülen bin parça.
Karısı:
—Allah Allah.. Elbette bir sebebi var.. Cenaze evinden geldim. Komşunun gelini, çocuk üstüne gidivermiş,,. Baş sağlığına gittim…
Hoca, bu cevabı alınca dayanamamıştı:
—Ben senin düğün evinden geldiğini de bilirim…Dedi,
Sofraya oturmuşlardı. Bamya çorbası mis gibi kokuyordu. Önce karısı uzandı, kaşığı ağzına götürdü, Off! Alev gibiydi çorba. Ağzı yandı, gözleri yaşardı. Hoca, farkında değildi. Karısını ağlar görünce:
— Unut artık şu komşuyu…
— Hayır ondan değil, rahmetli annem bu çorbayı çok severdi. Onu hatırladım da..
Hoca sesini çıkarmadı. Çorbaya uzandı, kaşığı ağzına götürdü. Ateş yutmuştu sanki. Gözleri çakmak çakmaktı. Bu sefer karısı sordu:
— Sana ne oldu? Sen niçin ağlıyorsun? Hoca’da tahammül kalmamıştı artık:
— Ben de, uğursuz ananın ölüp de senin gibi belânın sağ kaldığına ağlıyorum..
Cevabını verdi.