En zor koşullar altında bile Allah bilincini ve sevgisini koruma ve geliştirme kararlığını simgeleyen, ayrıca yüksek düzeyde bir ruhsal ve ahlaksal duruluğa ulaşmayı amaçlayan çile ve halvet, hemen bütün tarikatlarda bulunan bir uygulamadır.
Tarikatların çoğunda kırk günlük bir sûreyi kapsayan çile, genellikle tekkelerin “çilehane” denilen bölümlerinde geçirilir. Şeyh, çileye çekilecek dervişin elinden tutarak çilehaneye götürür. Hücre biçimindeki çilehanede, dervişin ibadet etmesi için gerekli seccade, tespih, Kuran gibi zorunlu araçların dışında bir şey bulunmaz.
Yemek ve su, dışardan dervişin ayağına getirilir. Çile süresince derviş, Allah’a saygısızlık etmemiş olma inancıyla, oturduğu yerde ve alnını sert bir zemin üzerine koyarak uyur. Çok az süren uykusu dışında kalan bütün zamanını ibadet, dua ve zikirle geçirir. Zorunlu olmadıkça dışarıya çıkmaz ve kimseyle konuşmaz.
Kırkıncı günün sonunda şeyh çilehaneye giderek dervişten çile süresince gördüğü rüyaları ve yaşadığı olağanüstü anları dinler. Çileyi tamamlayan derviş, temizlenir, çamaşır değiştirir, kesilen kurbanın suyundan pişirilmiş çorbadan içer, etini yer.
Mevlevilikte Çile Nasıl Çekilir?
Mevlevilikte çile, öteki tarikatlardan daha değişik bir yöntemle uygulanır ve rıza (Allah’ın hoşnutluğu) sözcüğünün ebced hesabındaki karşılığı dan 1 001 gün sürer. Çile çıkarmayı kabul eden derviş (âşık, nevniyaz), tekkede dizleri üstünde üç gün oturur. Bu, bir tür, çile için düşünme ve karar verme dönemidir. Kararı kesinleşen derviş, tennure* denilen özel bir giysi giyerek meydancılık, çamaşırcılık, şerbetçilik, bulaşıkçılık gibi mevlevilikte sayısı on sekizi bulan hizmet aşamalarından geçer. Böylece 1 001 günü dolduran derviş, yıkanıp temizlendikten sonra üstündeki tennureyi çıkarır, yeniden derviş giysilerini giyer. 1 001. günün akşam yemeğinden sonra düzenlenen özel bir törenle bir odaya alınır ve orada üç gün kalır. Üçüncü günün sonunda bir hırka töreni yapılan derviş, 18 gün daha hücrede kaldıktan sonra dedelik makamına yükselmiş olur.
ÇİLE; Bir tasavvuf terimi olan çile, bazı tarikatlarda, yeni giren müritlerin nefsini terbiye etmek, dünyevî kirlerden arınmak üzere geçirdikleri deneme süresidir.
Son yıllarda bu terimin edebî bir anlam kazandığını, sanatkârın eser vermeden önce ve eser verme sürecindi’ yaşadığı hazırlığı, zorluğu, tabir yerindeyse ‘doğum sancıları’nı ifade ettiğini görmekteyiz. Her sanat eserinin bir çileden sonra ortaya konduğu neredeyse işin erbabı tarafından kabul edilir olmuştur.
Sezai Karakoç, ‘çile’yi sanatın da, sanatkârın da varoluş şartlarından biri, belki de tek şartı sayar. Çünkü sanat onu aşmakla başlar. Maddî imkansızlıklar değildir sanat adamının aşması gereken. Sanatçı her şartta ve imkanda, yine de bir çilenin adamıdır. Çilesini doldurmayan, tamamlamayan deha, deha değildir. Karakoç, “sanatçılar, edebiyatçılar, şairler de çekmedikleri çile kalmadıktan sonra eserlerini verebilmişler” der. Kirasını zar-zor ödeyebildiği evin önündeki ağaca konan kuşları avlayarak karnını doyuran romancı; çeketini satarak kitabını bastıran şair örneğinin bu bağlamda hatırlanması gerektiğini vurgular.