16. yüzyıldan sonra Tekke ve Divan edebiyatlarında bir bozulma başladı; bu bozulma karşılıklı olarak iki edebiyatın Özünü ve biçimini etkiledi, sonunda ikisi de birbirinin benzeri olup çıktı. İkisi de şarap ve kadın gibi dünya zevklerini övdü, hayatın kısalığını anlatıp kafayla, ruhla değil de bedenle yaşamanın tadını çıkarmak gerektiğini anlattı. İlk mistik şiirlerde beliren bazı ahlâk kuralları bu edebiyattan bütün bütüne silinmedi’, aşağı sınıflara yoksulluğa katlanmanın, acı çekmenin nasıl değerli olduğu anlatıldı, ama bu da pek öyle sağlam bir inançla belirtilmedi.
Divan ve Tekke, yani yüksek Osmanlı sınıfının edebiyatı, kelime ve terkipler bilgiçliğine dayanarak ancak seçkin bir azınlığa seslenebiliyordu. Dil, çoğunluğun konuştuğu dil değildi, görüntülerin de hayatla pek bağıntısı yoktu. Katı anlatım biçimleriyle çevrilmiş, doğal duygulardan, içtenlikten yoksun olan bu edebiyat, yalnız Osmanlıları değil, çağdaş kuşakları bile etkiledi.
Eski edebiyatta en çok kullanılan biçim şiirdi; düzyazı işe tarihten başka bir yerde kullanılmıyordu. Onyedinci yüzyılda Veysî ile Nergis! gibi bazı yazarların düzyazıları, Hasan Âli Yücelin dediği gibi, birkaç basit fikri evire çevire binlerce yabancı kelimelerle anlatmaktan öteye gidemiyorlardı. Kelime bolluğu içinde kaybolan bu yazarlar Türk düşüncesinin gerçekle ilgilerini kesmişler ve Divan edebiyatının nesir üstatları sayılmışlardı.
Düzyazı yazmak Türkiye’de epeyce güç olmuştur. Şimdiki yazarlar kuşağı bu güçlüğü yenebiimişlerdir, ama halen taşra gazetelerinde, hattâ bazı bilim eserlerinde basit düşünceleri karışık, süslü bir şekilde anlatmak tutkusu göze çarpmaktadır. Birçok Türk bilgininin araştırmaları, hayatla ve olaylarla ilgiler kurmadan kitapları incelemekle yetinmektedirler; bu da kelimelerin gerçekle bağıntı kurmak mecburiyeti olmadan kullanıldığı Osmanlı İslâm edebiyatının etkilerinden ileri gelmektedir.
Üçüncü ve en yaygın edebiyat, Halk edebiyatı yanı her nekadar divan’ ve tekke edebiyatlarının etkisi altında kalmışsa da, genel olarak kendi tabiî havasını koruduğu söylenebilir. Tabiatla gerçeğin ortasında yaşayan köylüler, çobanlar, göçebe kabileler duygularını öz dilleriyle, yani süslemeden arı bir Türkçeyle anlatmışlardır. Ozanlar, çok defa idarecilerin hizmetinde çalışmalarına ve tekke edebiyatmm etkisinde bulunmalarına rağmen dillerinin arılığını koruyup gerçeğin ortasında kalabilmişlerdir. Bütün bu sebeplerden ötürü Cumhuriyetin, özellikle ilk iki döneminde, millî bir kültür kurmak için folkloru temel olarak seçmesi çok tabiiydi.
Ondokuzuncu yüzyılda, batı kültürünün Osmanlı İmparatorluğu’na girişi, saray edebiyatıyla dinî edebiyatı kemirmeye başladı. Gazetelerin yayımlanması geniş halk topluluklarına yeni kavramlar getirdi; İbrahim Şinasi Ethem Efendifendi ile Ahmet Vefik Pasa’nın yaptığı çeviriler, batının düşünme yollarını, yeni yeni bilgileri ortaya koydu. Edebiyatın bütün kollarında Fransız etkisi görülüyordu; ondokuzuncu yüzyıda ve yirminci yüzyıl başlarında yazılan oyunlar, romanlar Fransız örnekleri gibiydi. Bazıları da doğrudan doğruya aktarmaydı zaten. Etkinin İngiliz edebiyatından değil de, Fransız edebiyatından gelmesi, ve bunun ondokuzuncu yüzyıldaki îngiliz siyasî nüfuzuna rağmen böyle olması, belki de Fransız düşüncesinin Osmanlı kafasına yatkın bazı dogmatik özellikler taşıması yüzündendi. Üstelik yeni yetişen Osmanlı aydınları da Fransız romantizminin büyüsüne kapılıverdiier. Romantizm hem modaydı, hem de gerçeklerden ayrılması, uçucu duygululuğu yüzünden o aydınların yetiştiği Osmanlı edebiyatının ruhuna pek yakışıyordu .
Öncülerden, Tanzimat şairleri diye anılan edebiyatta yenileşmenin ilk müjdecilerinden sonra Servetifinun çevresinde toplanıp 1896’dan 1901’e kadar yazdıklarını orada yayımlayan Edebiyatı Cedide topluluğu geldi. Bu derginin Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Süleyman Nazif, Hüseyin Siret gibi yazarları, batı edebiyatının düşüncelerini ve akımlarını yansıtmalarına rağmen onları bazı millî şartlara, toplumun kültürel, siyasî gereklerine, hürriyet savaşma uydurdular. Sanat görüşünün yerleşmesine hizmet etmekle beraber Edebiyat-ı Cedide toplumlara uzak kaldı. Sonunda, bunlar da edebiyatı kendi mutlak hükümdarlığına engel olarak görüp bütün edebî dergileri kapayan Sultan Abdülhamid n tarafından 1901’da susturuldular. (İstisna olarak Serveti Fünun’un yayımlanmasına müsaade edilmişti ama, bu dergide çıkan yayınların da özü kalmamıştı.)
Türk Edebiyatında Sosyal Konular / Kemal Karpat