Doğum Gelenekleri Nelerdir?

Doğum gelenekleri nelerdir? Yeni doğan bebekler için hangi gelenekler uygulanır? Kültürümüzdeki doğum gelenekleri nelerdir?

Geçiş dönemlerinin birincisi olan doğum, her zaman mutlu bir olay olarak kabul edilmiştir. Doğan çocuk, sadece anne ve babasını değil; aynı zamanda, akrabalarını, komşularını, soyunu ve sopunu da (sülâleyi) sevindirir. Her doğumla birlikte ailenin, akrabaların, soyun ve sopun sayısının artması ve sayı artışıyla gücün ve dayanışmanın artması düşüncesi, bu sevincin ana nedenidir. Özellikle küçük topluluklarda ve kırsal kesimdeki ailelerin kendilerini nüfuslarının çokluğu oranında güçlü ve dayanıklı hissetmeleri çocuk sevincinin ve çok çocuk düşüncesinin kaynağını oluşturur. Nitekim toplumumuzda yerleşik “Çocuk, ailede ocağı tüttürür.” sözü, hayatımızda bu konuda oluşan değer yargısını ortaya koyar.

Anne açısında çocuk sevincinin ve isteğinin bireysel yanı, doğumda kadına duyulan toplumsal saygınlığı arttırması; onun, aile, akraba ve grup içindeki yerini sağlamlaştırmasıdır. Baba ise, “evlât sahibi” olmakla, hem geleceğe güvenle bakar, hem de dostların ve akrabaların arasında saygınlık kazanmış olur.

Çocuk anneye benlik ve bütünlük, babaya güven ve akrabaya, soya güç kazandıran bir unsur olarak yer alır. Doğum ile ilgili, toplum hayatında bir takım geçiş töreleri ve törenleri oluşmuştur. Doğum etrafındaki bu geçiş törenlerinde çeşitli uygulamalar göze çarpar. Bu uygulamalar, doğum öncesinde, doğum sırasında ve sonrasında bendini gösterir. Şimdi sırasıyla bunlara bakalım:

1. Doğum Öncesi:

a. Kısırlığı Giderme, Hamile Kalma: Türk halk kültüründe bir kadının gelin gittiği yerde saygınlık kazanması, erkeğin gözüne girmesi, analık zevkini tatması için çocuk doğurması gerekir. Kısır kadın, özellikle geleneksel kesimde horlanır, ezilir ve aşağılanır. Bu nedenle kadın, çocuk doğurabilmek için birtakım geleneksel yollara başvurur. Toplumumuzda, özellikle geleneksel kırsal kesimde, erkek egemen değerlerin ön plânda olması nedeniyle, kadın çocuk doğurmayınca, kusur önce kendisinde aranır. Bundan dolayı erkekten önce, kadının birtakım geleneksel çarelere başvurarak kısırlığını gidermesi beklenir. Bu geleneksel tedavi yolları ve işlemleri ana çizgileri bakımından aynı olmakla birlikte, kimi yöresel farklılıkları da içerirler.

Kısırlığa çözüm diye başvurulan uygulamalar arasında, yatırlara, türbelere ziyarete gitmek, dua edip kurban kesmek ve adak adamak; hocalara ve büyücülere başvurarak muska almak, onların okuyup afsunladığı, üfürdüğü yemiş ve benzeri şeyleri yemek, sular içmek; çeşitli buğulara oturmak; bel çektirip yakı vurmak; rahime çeşitli ilâçlar uygulamak; kaplıcalara ve içmelere gitmek birer örnek verilebilir. Eğer bu uygulamalar netice vermezse, son çare olarak doktora, ebeye ve hastanelere başvurulur.

Kırsal alanda yaşayanların ekonomik durumları, geleneklerine bağlılıkları ve bugün bile doktora gitmeyi ayıp saydıkları göz önünde bulundurulursa, bu türden geleneksel sağaltmaların yaygınlığı kendiliğinden anlaşılabilir.

b. Aş Erme (Aş Yerme): Hamile kalan kadın, “aş erme” aşamasına gelince, bazı şeyleri yapmaktan, özellikle belirli nesneleri ve yiyecekleri yemekten kaçınır, ya da tam tersine belirli şeyleri yemeye özen gösterir. Türk halk kültüründe aşeren kadın, genellikle acı, ekşi ve baharatlı şeyleri yemekten kaçınır, ya da yakınları onu, bu tür yiyecekleri yemekten uzak durmaya yönlendirilir. Bu davranış tarzı halk arasında çok yaygındır. Acı ve benzeri yiyecek yenirse, erkek çocuk doğmayacağına inanılır. “Ye ekşiyi, doğur Ayşe’yi” tekerlemesiyle başına gelecekler hatırlatılır. Oğlan çocuk isteyenlere de, “Ye tatlıyı doğur atlıyı” denir. Öte yandan, yaygın bir inanca göre de tatlı, ekşi ayırımı gözetmeksizin, aş eren kadının canının çektiğini yemesi gerekir. Çünkü kendisine bu inanca göre, canının çektiğini yemeyen kadın, eksikliği fizikî bozukluklar biçiminde doğacak çocuğa yansıtır.

c. Hamilelik: Kültürümüzde kadın, gerek hamileliği ve gerekse lohusalığı süresince bir çeşit hasta kabul edilir ve buna uygun işlem görür. Bir başka ifadeyle, hamile kadın, ait olduğu topluluğun kültürel değerlerine göre, hasta kabul edilir ve bu çerçevede davranılır. Hamile kadın da toplumda bu değerlere uygun hareket eder, geleneksel kaçınmalara veya bağlı bulunduğu kültürel ortamın geçerli saydığı işlemlere uyar.

ç. Çocuğun Cinsiyeti: Anne ve babanın erkek, ya da kız çocuk istemesinin dışında, bağlı bulunduğu ailenin veya topluluğun erkek çocuk isteğini yansıtır. Hamile kadının ailesinden başlayarak topluma kadar genişleyen erkek çocuk isteğinin, anne adayı bu eksikliği üzerindeki baskısı küçümsenemez. Bu nedenle, geleceğin annesi, doğuracağı çocuğun cinsiyetini etkileyeceğine inandığı bazı uygulamalar yapar.

Geleneklerle kuşaktan kuşağa aktarılan cinsiyeti etkilemeye yönelik uygulamalara örnek olarak: “Kurban ve benzeri adak adama, yatır ve türbelere gitme, hocalara başvurma, muska ve tılsım yazdırma, gelinin yatağına erkek çocuk yuvarlama, ağaca taş atarak, kızı boşladım, oğlana başladım deme, son doğan kızın adını Yeter, Döndü, Döne, Durdu, Kifayet, Kâfiye” gibi isimlerden birini verme ve oğlan doğuncaya kadar doğum yapma” gibi uygulamalar verilebilir.

d. Hamile Kadının Kaçınmaları ve Uygulamaları: Hamile kadının karnındaki çocuğu etkileyeceği düşünülerek kaçınması istenilen bir takım eylemler vardır. Bu kaçınmaların kökeninde, anne ile karnındaki çocuğunun arasında sıkı bir kader birliği olduğu tasarımı yatmaktadır. Hamile kadın, bu nedenle, “ayıya, deveye, bakmaz; balık, tavşan, paça, kelle yemez; cesede cenazeye bakmaz; gizli, saklı bir şeyi alıp yemez”. Çocuğun üzerinde olumsuz etkiler bırakacağına inanılan bu tür davranışlardan müstakbel anne uzak tutulur. Diğer yandan çocuk üzerinde olumlu etki yapacağı düşünülen uygulamalar da vardır. Bunlar: “aya, gökyüzüne, güzel kimselere bakmak, gül koklamak, ayva, elma, yeşil erik, üzüm yemek” biçiminde örneklenebilir.

2. Doğum Sırası

Kadınların doğum sırasındaki güçlüklerini gidermek, onların kolay doğum yapmalarını sağlamak için bir dizi çarenin, inanca dayalı, uygulamanın toplumda oluştuğu görülmektedir. Doğumun kolay olması ve anneyle çocuğa zarar vermemesi için başvurulan geleneksel çare ve uygulamalara “kadının saç bağlarının çözülmesi, elbisesinin yakasının yırtılarak açılması, kilitli kapıların, sandıkların, kapalı pencerelerin açılması, kolay doğum yapmış kadınların hamile kadının sırtını sıvazlaması, kuşlara yem serpilmesi, silâh atılması, Fadime Ana otunun su içine konması ve bu suyun doğum yapacak kadına içirilmesi, çeşitli tılsımların kullanılması, üstü yazılı tuğla parçalarının ve saksıların kadının ayağının altına konulup kadına kırdırılması” örnek olarak verilebilir.

3. Doğum Sonrası

a. Çocuğun Göbeği ve Eşi: Toplumda hâmile kadının yediği içtiği şeylerin, baktığı kimse ve hayvanların karnındaki çocuğu etkileyeceği inancı vardır. Bu inanç, doğan çocuğun “göbek bağı” ve çocukla birlikte anne karnından gelen “eş” bir takım işlemlerden geçirilir. Doğan çocuğun geleceğini, ileride yapacağı işleri etkileyeceği inancıyla göbek bağı gelişigüzel atılmaz. Türk halk kültüründe, çocuğun göbek bağı ya, “çocuk dindar olsun diye, cami avlusuna; okuyup adam olsun diye okul bahçesine; evine bağlı bir insan olması için evinin içinde bir yere” gömülür.

b. Lohusalık: Kültürümüzde, yeni doğurmuş, yataktan henüz kalkmamış kadına “lohusa” denir ve bu sürece lohusalık dönemi adı verilir. Doğum yapan kadının yataktan kalkma süresi kadının fizikî durumuna, doğumun güç veya kolay oluşuna, iklime, çevre koşullarına, ailenin ekonomik durumuna ve birtakım âdetlere bağlıdır. Türk halk kültüründe lohusalık döneminin ilk haftasında “göz aydını”, ikinci haftasında “hatır sorma” ziyaretleri yapılır. Bu ziyaretlerde loğusa evine sütlâç, muhallebi, kurabiye, baklava, süt, çorba, börek, tatlı, şeker, pilâv, ekmek içinde haşlanmış yumurta, al renkli kurdele ile bağlanmış loğusa şekeri, bal, helva, gibi yiyecek ve içecekler; yemeni, başörtüsü, basma, havlu, kumaş, terlik, çorap, namaz bezi, çocuk çamaşırı, oyuncak gibi hediyeler götürmek yaygın bir âdettir. Lohusa evine gelen konuklara “lohusa şerbeti” ikram edilir.

c. Al Karısı, Kırk Basması ve Kırklama işlemi: Türk halk kültüründe lohusa kadınlara ve çocuklara sataştığına ve bazen onları öldürdüğüne inanılan bir varlık “al,” “al anası”, “al kızı” ve “al karısı” gibi adlarla bilinmektedir. Geleneksel tasarıma göre al-karısı, insan-hayvan karışımı bir görünümde tanımlanır. Öldürücü bir dev veya cin olarak düşünülen “al karısı”, “uzun boylu, uzun parmak ve tırnaklı, dağınık saçlı, yağlı vücutlu, el ve ayakları küçük, dişlek, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte, bazen zenci suratlı, memelerini masallardaki devler gibi omuzlarından atabilen, tepesinde bir gözü olan, çok çirkin, al gömlek giyen bir yaratık” olarak tasvir edilir.

Lohusalara ve çocuklara sataşan bu öldürücü yaratığın zararından korunmak için yeni doğum yapmış anneler yalnız bırakılmaz. Ayrıca “alkarısı”nı yakalamak ve onu etkisiz hâle getirmek için birtakım yollara başvurulur. “Al karısı” yakalanmağa, bir yerine, iğne, çuvaldız batırmaya, üzerine zift dökmeye çalışılır. Geleneğe göre, bu işlemleri yapan insan ocaklı sayılır. “Al” yakalayıcı denen bu insanların sülâlesinden kimseye ve evlerinde üzerlerinde bu insanlara ait bir bez parçası bulunduranlara “al karı”sı kötülük yapmaz.

Gelenekte, “alkarı”sının cin, dev veya kötü ruh olarak değil, hastalık gibi de tasarlandığı görülür. Böylesi hastalığa “gelincik, karıştı, havale, alacama, cin uğrağı, ağırlık çökme, al bastı, al bastı” gibi adlar verilir çok yaygın bir şekilde de “al basması” diye adlandırılır.

Lohusayla çocuğun, doğumdan sonraki kırk gün içinde hastalanmalarına ve hastalıklarına kırk basması, kırk düşmesi, kırk karışması” gibi adlar verilir. Doğumdan sonraki kırk günlük süre içinde kırk basmasına uğranmaması için anne ve çocuğun kırk gün süreyle evden çıkarılmamasına ve kırklı kadınlar ile çocukların birbirleriyle karşılaşmamalarına dikkat edilir.

Kırk basmasını önlemek üzere, lohusayla çocuğun sağlığı için kırk gün “kırklama” adı verilen işlem yapılır.

ç. Çocuğa Ad Koyma: Çocuğun doğumundan sonra izlenen âdet ve uygulamalardan ilki, çocuğa ad konmasıdır. Ad, insanın toplumsal ve bireysel kişiliğini belirler. Bu nedenle yeni doğan bir çocuğa gelişigüzel bir ad konulmaz; adın taşıdığı, karşıladığı veya içerdiği anlamın çocuğun karakterini, kişiliğini, geleceğini, toplum içindeki yerini ve başarısını yansıtacak, yönlendirecek simgesel bir öz taşımasına özen gösterilir. Bir başka ifadeyle, adın sözcük anlamının, o adı taşıyana geçtiğine inanılmaktadır. Örneğin bir çocuğa Demir adı verilişinin altında, çocuğun, demir gibi sağlam ve dayanıklı olması isteği ve inancı yer alır.

Çocuğa verilecek adın seçiminde çocuğun doğduğu gün, zaman, ay ve mevsim; doğum yapılan yer; doğduğu sıradaki olaylar; kimi kişilere karşı duyulan hayranlık; şükran ve minnet duyguları; gelenekler; ailenin ekonomik durumu; daha önceki kardeşlerin yaşayıp yaşamadıkları ve cinsiyetleri gibi gelenekselleşmiş etmenlerin son derece önemli rolü vardır.

d. Çocuk Görme: Doğum yapan kadın, akrabaları, komşuları ve yakınları tarafından ziyaret edilir. Bu ziyaret, hem aileye yeni bir üye kazandıran annenin, hem çocuğun kutlanması amacıyla yapılır. “Göz aydını”na veya “çocuk görmeye” giderken yeni doğan çocuğa bir armağan götürülür. Çocuk görme ziyareti esnasında anneye ve çocuğa birtakım kalıp sözler de söylenir. Bu sözler, “Uzun ömürlü olsun. Hayırlı uğurlu olsun. Analı babalı büyüsün. Allah nazardan saklasın. Başı devletli olsun, vatana millete hayırlı olsun” tarzında söylenir. Bunlar, anneyi ve çocuğu kutlayan ve kutsayan nitelikteki dileklerdir.