Eski Bir Yılbaşı Yazısı, Bakın Yılbaşında Neler Oluyormuş?

Sene bin dokuz yüz bilmem kaç. Yirminci asır daha pek de başlangıcında. Onun asırların beşeriyet için en ıstıraplısı, en yamanı olacağına dair henüz hiç bir emare yok. Ortalık sütliman.

Her taraf bolluk. Her şey ucuz. Şimdiki baş döndürücü kazançlar yok ama, herkes hayatından memnun. Türkiye’de yüz elli kuruş aylık kazanç ile ev geçindirenler var.

Hürriyet, demokrasi gibi büyük lâflar ancak bir takım ideologların kafalarında yer etmiş. Osmanlı devrinin lügat kitaplarında bu tabirleri boşuna aramayın; bulamazsınız.

İşte bahsetmek istediğim o aynı devirde, Osmanlı oğullarının payitahtı İstanbul şehri âdet, anane, hüviyet bakımlarından iki ayrı parçaya bölünmüş gibidir: İstanbul ve Beyoğlu. Bu iki bölümü gene iki tane ahşap köprü birleştirir. Bunların üzerinden onar para müruriye resmi [vergisi] ödeyerek geçilir. Askerler, sakatlar ve üniformalı mektep talebesi bu resimden muaftır.

Şehirde atlı tramvaylar işler. Beşiktaş ile Azebkapısı arasında işleyenler ikişer katlıdır. Başlıca meydanlarda, köprülerin iki başında sürücü beygirleri müşteri bekler. Karaköyden Cihangir’e, yüz para verdiniz mi, bunlar sizi çıkarırlar.

Seyrüsefer [trafik] diye bir dava yoktur. En büyük caddelerden sırık hamalları bile serbest geçerler.
İstanbul ciheti ekseriyetle Müslümandır ve kendi iç âlemine dalmıştır. Ezanî saat on ikide hemen herkes evine çekilir, dededen babaya, babadan da evlâda intikal etmiş âdetlere, ananelere tamamı tamamına uyarak, pederşahî (patriyarkal) bir yaşayış tanı devam ettirir.

İstanbul tarafında meyhane parmakla sayılacak kadar azdır. Bunlar da gene Rumların, Ermenilerin kesif oldukları semtlerde, Kumkapı’da, Lânga’da, Samatya’da, Eminönü Balıkpazarı’nda, Haliç Feneri’nde bulunur. Ama Müslümanlar içmez mi? Onlardan da bazı bazı “kerahet” edenler vardır ama, malûm ya, kabahat de ibadet gibi mahfi [kişisel] olmak gerektirir.

İstanbul yeni sene başı olarak Muharrem ayının birinci gününü tanır ve o günü, çil para alıp vererek safiyane bir tarzda tes’id eder. Noel yortusu, Noel ağacı gibi âdetlerden, Hristiyan sakinleri dahil, İstanbul ciheti haberdar bile değildir.

Üç türlü takvim ve iki türlü saat kullanılan bu acayip payitahtın “Beyoğlu” adile anılan beri yakası her bakımdan, İstanbul cihetile (yan, yön) tezat teşkil eder.

Beyoğlu yerli ve yabancı Hristiyanlarla sakindir. Eğlence yerleri hep o taraftadır. Tanrının gecesi bu yerler dolar dolar boşalır. Beyoğlu caddesi günün her saatinde kalabalıktır. Kalabalık, hem de temiz kalabalık. Ayak takımı Galata’dan buraya taşamaz. Öylelerine burada iş yoktur.

Böylece, yıl on iki ay halkı eğlendirecek türlü vasıtaya malik bulunan Beyoğlu senede iki defa iyiden iyiye coşar. Biri apokriya dedikleri perhiz haftasında, öbürü de Ay Vasil diye anılan yılbaşında.

O zamanlar, eğlenmesini bizden daha iyi bilen Hıristiyanların cümbüşlerine, İstanbul’un bazı çapkın, hovarda meşrep delikanlıları, haramdan pek fazla korkusu olmayan bazı orta yaşlılar katılmak için can atarlar.

Kânunusaninin [Aralık’ın] sonuncu günü, dairelerden muhtelif bahanelerle her zamankinden erken çıkılır. Eve uğranıp kılığa kıyafete çekidüzen verilir. Aylardır birer kenarda bu gece için gizlice biriktirilen birkaç sarı lira yelek ceplerine tevzi edilir. Evdekilere:

Ben bu gece bizim müdür Ahmed Beyin sünnet düğününe davetliyim. Belki dönemem; merak etmeyin…
Nev’inden bir masal uydurularak, Eminönü’ne inilir. Orada perukâr Arist’e sinekkaydı bir tıraş olunur, fesçi Nasib’te fes kalıplattırılır, köşe başında fotin boyatılır.

Beyoğlu’na çıkabilmek için artık merasim tamamdır.

İki üç ahbap birleşerek. Karaköy’den bir payton arabasına beş kuruş verip Galatasaray’ına çıkılır. Beyoğlu ışıklar içindedir. O tarihte, padişahın vehmine dokunduğundan dolayı memlekette elektrik yoktur. Yoktur ama ondan daha kuvvetli aydınlık veren lüks lâmbalarile tekmil dükkânlar, kahveler, gazinolar, eğlence yerleri gündüz gibi tenvir olunmuştur [aydınlanmıştır].

Cadde insandan bir sel sürükler. Arabalar yalnız o gece kendilerine güçlükle yol açarlardı.
Doğruyol’da bakkal Papi’ye uğramak şarttı. Orada tezgâh başında iki üç tek atılır, üzerine siyah havyar bulaştırılmış çavdar ekmeği lokmaları, tombul tombul Kalamata zeytinleriler ….  safra bastırılır, oradan çıkıp piyasaya ayak uydurulurdu.

Yılbaşı gecesinde kumar oynayarak talihini denemek âdetti. Şimdi Sent Antuvan kilisesinin bulunduğu yerde bazen tiyatro bazen da Kafeşantan hizmetini gören Konkordiya’nın fuaye kısmı, karşı tarafına düşen Kristal, Galatasaray Lisesinin sırasında Kafe dö Konsers, Saray Sineması’nın ve yanındaki muhallebici dükkânının yerini boydan boya işgal eden selâtin Lüksenburg kahvesi o gecenin şerefine birer kumarhane kesilirlerdi.

Saltanat devrinin zabıta teşkilâtı gayet uysaldı. Bu kumarhanelere göz yummakla hem şamdan temizlenir, hem de pilâv yağlanırdı. Göz yummasa da elinden ne gelirdi sanki ki? Bütün o saydığım yerlerin sahip veya müstecirleri ecnebi idi. Mensubolluğu sefaret veya konsolosluktan izin almaksızın bu adamlardan birine baskın yapmağa kapitülâsyonlar mâni idi. Sırtını sefaretlerden birine dayamayanlar da saraya mensup kodamanlardan birinin himayesinde bulunur, ona haraç verir, “mano” dan pay ayırır mukabilinde bir nevi masuniyet sağlarlardı.
İşte bu kumarhaneler yılbaşı gecesinde sıra ile ziyaret edilir, bir takım enayiler, bakara, trantekarant poker, faraon masalarında gene bir takım açıkgöz, kurtoğlu kurt, profesyonel kumarbazlara yutulurlardı.

Bazı kimseler umumî yerlerden sıkıldıkları için, sabıkalıların işlettikleri hususî kumarhanelere giderek soyulmayı tercih ederlerdi. Her köşe başında çığırtkanlar vardı. Bunlar azıcık mütereddit gibi, etrafa bakınarak yürüyen birisini gördüler mi, yanına sokulur, filân yerde zengin kumar oynandığını kulağa fısıldar, ekseriya kandırır alıp götürürlerdi.

Bu tarzdaki meşhur kumarhaneler Terlikçi Rahmi’nin, bir gözü zorlu bir oyuncu tarafından patlatılmış olduğu için Kör lâkabile anılan Manol’un, muhabbet tellâllığından gelme olduğundan dolayı ırk-daşları tarafından Dasnihink tesmiye edilen Keropen’in işlettikleri evlerdi. Buralarda yüzer, ikişer yüz altın liralık partiler döner, vukuat da hemen hiç eksik olmazdı.

Hıristiyan evlerinde, herkesin kudretine göre az çok zengin sofralar kurulur, bunların etrafına candan ahbablar, hısım, akraba toplanır, sabaha kadar cümbüş edilirdi. Gece yarısı, civardaki kilisenin çanı on ikiyi çalar çalmaz Ayvasil pidesi ortaya konur, kaç kişi varsa o kadar dilime doğranır ve dilimler dağıtılırdı. Bazıları pidenin bir parçasını, uğur diyerek ertesi yıla kadar saklardı.

Sabahın altısına, yedisine doğru, latama, çalgı sesleri diner, evlerin pencerelerinden dışarıya akseden ışıklar söner, kumarhanelerin, meyhanelerin son müşterileri sokağa dökülürdü.

Yeleğinin cebinde üç beş kuruşu kalmış veyahud ki büyük bir tesadüf eseri olarak biraz kazanca girmiş olanlar, işkembeci veya sütçü dükkânlarına dağılarak, semtlerinin yolunu tutmadan evvel sabah kahvaltısı ederlerdi.
Ancak bir tek metelik (on para) kurtarabilmiş olan talihsizler ise, Meyyit Yokuşundan eski köprüye iner, şayed o saatte açık değilse, köprüyü geçerek, dik yokuşu tırmanmağa koyulurlardı.

Ağız çiriş çanağına dönmüş, eller tir tir, uykusuzluktan kafalar ağrılı, kaybedilen sarı liraların, at nalı gibi gümüş mecidiyelerin rehin edilen saatle kordonun, yakut yüzüğün acısı içlere çökmüş, kendi kendine lanet ve tövbe edilerek evden içeriye usulcacık girilir, sabah namazına kalkmış valide veya büyük validenin önünden süklüm püklüm geçilerek yatağa can atılırdı.
Ertesi günü dairede, arkadaşlar sorduğu zaman:
Vallahi birader, öyle eğlendik, öyle eğlendik ki tarif edemem. Beyoğlu başka bir âlem, vesselam!
diyerek yiğitliğe halel getirmemek âdetti…

Cumhuriyet, ı Ocak 1953