Kadınların Giyim Kuşamı: Osmanlı İstanbul’unda kadınların giyim kuşamı sıkı kurallara bağlıydı. Kadınlar sokağa çıktıklarında ferace giyip yaşmak takarlardı.
Hıristiyan kadınlar da sokağa çıktıklarında Müslüman kadınlarla aynı kıyafeti giymek zorundaydılar. Aynı şey Avrupalı kadınlar için de geçerliydi; kendi mahallelerinden çıktıklarında Türkler gibi giyinmeye mecburdular. Ancak sokakta Müslüman ve gayrimüslim kadınların ayırt edilebilmesi için ferace ve ayakkabılarım statülerini belirleyici renklerde giymeleri öngörülmüştü. Müslümanlar sarı, Ermeniler kırmızı, Rumlar siyah, Museviler mavi ayakkabı giyerlerdi. Müslüman kadınlar kırmızı, yeşil, mavi gibi renklerde ferace giyerken gayrimüslimlerin feraceleri daha açık renklerde olurdu; yeşil renk giymeleri ise özellikle yasaklanmıştı.
Ferace, bedeni ve kolları bol (yazın kısa), önden açık, etekleri uzun bir giysiydi.
18. yy’ın başına kadar yakasız olan feracelere bu tarihten soma omuzlara düşen geniş bir yaka takılmış, II. Mahmud döneminde (1808-1839) ise yakalar topuklara kadar uzamıştır. Genellikle kırmızı, mavi ya da yeşil satenden yapılan bu yakalar, gerdanda bir açıklık kalmasını sağlıyordu.
19. yy’ın ikinci yarısında ise feraceler ön etekleri yuvarlak kesimli ve tek düğmeli bir biçim almış, yakaları kumalarla süslenmişti. Kışlık feraceler çuhadan, yazlıklar ipekli ince kumaştan yapılır, içleri bazen “sandal” denilen bir tür beyaz adaşla astarlanırdı. Somaları feraceler merinos, lahurdaki, salaki, aüas vb kumaşlardan yapılmaya başlandı.
Yaşmak beyaz renkli yumuşak kumaştan iki parçadan oluşurdu. Alttaki parça burnun ortasından başlayıp bütün göğsü örterek göbeğe kadar iner, üstteki göz kapaklarına kadar bütün başı kaplardı. Kimi zaman bunun üzerine takılan siyah peçe, yüzü tümüyle örterdi. Yaşmaklar da giderek değişti, inceldi, içi gösterir hale geldi. 19. yy’ın sevilen şarkılarından biri de şuydu: “Gençliğim var, isterim elbet bir al ferace, ince yaşmak, eldiven”.
Yönetim kadınların giysilerindeki bu değişimleri de önlemeye çalışmış, padişahlar bu konuda birçok ferman çıkarmışlardır. 1725 tarihli “kimi yaramaz avratların” davranışlarının eleştirildiği kılık ve kıyafet fermanında, “kadınlar bundan böyle büyük yakalı feracelerle sokağa çıkmayacaklardır, başlarına üç değirmiden büyük yemeni satmayacaklardır. Feracelerinde süs olarak bir parmaktan kaim şerid kullanmayacaklardır” denmektedir. Yasağa uymayan kadınların feracelerinin yakaları kesilecek, bu suçu ikinci ya da üçüncü kez işleyenler ise taşraya sürülecektir.
1791’de çıkarılan bir fermanla terzilerin içi gösterecek kadar ince olan İngiliz ve Engürü şalisi denilen çuhalardan ferace kesip dikmeleri yasaklanmıştır. Yasağa uymayan terzinin, dükkânının kapısına asılacağı bildirilmektedir.
Bu tür yasaklar 20. yy’ın başında bile sürmüş, I. Dünya Savaşı sırasında çalışan kadınlar siyah eteklerinin resmen izin verilenden kısa olması halinde sık sık polis tarafından eve geri dönmeye zorlanmışlardı. 1917’de bir polis duyurusunda kadınlar “eteklerini uzatmaya, korse giymekten sakınmaya ve kalın bir çarşaf giymeye” çağrılıyorlardı.
Çarşaf, Suriye’den gelen bir giyim tarzıydı ve 1872’den soma feracenin yanısıra kullanılmaya başlanmıştı. Tutucu kesimin bir tepkisi olarak görülen çarşaf, II. Abdülhamid tarafından saraylı kadınlara yasaklanmıştı. Çeşitli modelleri olan çarşafın “torba çarşaf denilen biçimi giderek ekonomik gücü düşük kesim arasında yaygınlaşmış ve bugüne dek varlığını sürdürmüştür.
Kadınlar ev içinde şalvar, bürümcük kumaştan topuklarına kadar uzanan ve uzun kollu gömlekler, kısa veya uzun kollu hırka ile yine kısa ve uzun kollu kaftanlar giyerlerdi. Zengin kesim bunların üstüne içi kürklü veya kürksüz üst kaftanları giyerdi.
Yüzyıllar boyunca bu kıyafetlerde kimi değişiklikler olmuş, elbiseler bedene oturmuş, şalvarlar bollaşmış, yakalar giderek açılmıştır. 19. yy’ın ikinci yarısından sonra saraylı ve seçkin kadınlar Avrupa modasına göre giyinmeye başlamışlardı. 19. yy’ın sonunda İstanbul’da yaşayan, D. Neave, tanıştığı kadınları “örtülerini açarlar, Paris ya da Viyana elçiliklerindeki akrabaları tarafından yollanan pahalı Paris kıyafetleri ortaya çıkardı. Yabancı dil bilen Türk hanımları, moda mecmualarını dikkatle takip eder, en son modaya göre giyinirlerdi…” diye anlatmaktadır.
Kadınların en çok kullandıkları makyaj malzemesi sürme ile kınaydı. Kaşlarına ve kirpiklerine sürme çeker, kınayla da tırnaklarını boyarlardı.
Saçlarını doğal biçiminde korur, ya uzun örgüler halinde omuzlarına döker ya da başlarına taktıkları tülbendin etrafına dolarlardı. 50-60, hatta 80 örgüsü olanlar vardı. Örgüler çoğunlukla çiçekler ve her çeşit mücevherle süslenirdi. Başın ön tarafındaki saçlar kısmen alnın üstüne dökülür, kısmen yanakları örterdi.
Her sınıf ve zümreden ev kadınlarının, saray kadınlarının dışında eski İstanbul’da fahişeler de vardı . Müslüman fahişelerin sayısı çok azdı. Gayrimüslim fahişeler ise şehrin en sapa mahallelerine yerleşirler ve devamlı polis kontrolü altında olurlardı. Ancak kendi milletlerinden müşteri kabul edebilirlerdi. Müslüman erkekler ise bunları gizli gizli ve gündüzleri ziyaret ederlerdi. Çünkü geceleri sıkı bekçi kontrolü olurdu.
Fahişeler sokağa çok az, o da çok gerekli durumlarda, çıkarlardı. Bu yüzden onlara sokaklarda pek az rastlanırdı. Yine örtülü ve umumi terbiye kaidelerine azami derecede riayet ederek dolaşırlardı. Hiç kimseyle konuşmazlardı.
Özellikle I. Süleyman (Kanuni) döneminde (1520-1566) Müslüman fahişelere karşı çok sert bir tutum izlenir, fuhuş yaparken yakalanan kadınlara edep yerleri kesilerek işkence yapılırdı. Sonraki yüzyıllarda bu ağır işkenceler sona erse de, körü yola düşen kadınlara kırbaç cezası ve hapis cezası verilmeye devam edildi.
Osmanlı döneminde İstanbul’da kadın yaşamı, toplumun içine girdiği genel değişme ve Batıya açılma sürecine paralel olarak 19. yy’ın ikinci yarısı, özellikle de 20. yy’dan itibaren değişmeye başladı. Kadının özgürleşmesine, toplum yaşamında yer almaya başlamasına, sistematik eğitim görmesi ve eve ya da hareme kapalı doğurgan ana olmaktan çıkıp “eş” ve toplumun bir üyesi olmasına doğru ilk küçük adımlar 19- yy’ın sonlarının ürünü oldu. Pera’da, Boğaziçi sayfiyeleri, Adalar vb yerlerde, Müslüman kadınlardan çok daha özgür koşullarda yaşayan ve üst tabakaları Batı’daki hemcinsleriyle eşit koşullarda yaşayan yabancı veya Hıristiyan kadınlar, üst sosyoekonomik kesimlerin Müslüman aileleri ve kadınlarına örnek oldular. 20. yy’ın başlarında İstanbul’da kadın hareketi örgüt ve yayınlarıyla kendini gösterirken Osmanlı dönemi kadın yaşamının yasak ve sınırlan da bir ölçüde aşılmaya başlanmıştı.
Çingene Şalvarı
Çingene kadınlarının giydikleri çok bol, içinde cepler, torbalar dikili şalvardı.
İstanbullular, bu şalvarlara, devenin hamuduyla sokulabileceğini söylerler; bir hırsızlık vukuunda da ilkin şalvarların aranmasını isterlerdi. Gerçekte ise Çingene kadınları, bu şalvarlarında, sokak aralarında dolaşıp sattıkları lavanta, kantaron çiçeklerini, labada, mantar, vanilyaları taşırlar, hatta küçült maşaları dahi deste yapıp şalvarlarının içinde dolaştırırlardı.
Doğal olarak ekmek ve katıktan da şalvarın bir cebinde bulunurdu.