Kadının Toplumdaki Yeri ve Önemi

Nikâh’a ve tek eşli evliliğe dayanan aile düzeni, Türk toplumuna çok eski dönemlerde yerleşmiştir. Nikâh, törenle gerçekleştirilen ve özellikle köy düğün geleneğinin tarihsel köklerini oluşturan, önemli bir olay, bir tür sözleşmedir. Nikâh için ana ve babanın onayı şarttır. Evlenen erkeğin, gelinin ana-babasma bir miktar mal vermesi gelenektir. Başlık adıyla günümüze dek süren bu gelenekte, verilen mala kalıng denirdi. Gelin, gittiği ailenin hak sahibi bir üyesi olur; kocasının ölmesi durumunda, malların ve çocukların yetke (velayet)’si ona kalırdı. Yaş farkı fazla olan evliliklere izin verilmez ve yaşlı kuşaktan erkek, genç kuşaktan bir kadınla evlenemezdi.

Türk ailesinde, babanın eşiyle paylaştığı, baskıcı olmayan reisliği, baskıya dayanan ataerkil aile yapısından farklıydı. Ev, Batılılar ve Araplar’da olduğu gibi, yalnız kocaya ait değil, kocayla karmın ortak malıydı. Bu nedenle evin erkeğine evin reisi, evin kadınına da ev kadını denilirdi. Ailede babanın olduğu kadar, ananın da sözü geçerdi. Ana soyu ile baba soyu değerce birbirine eşitti. Eşitlik, babanın saygınlığının ve ona verilen değerin azalması anlamına gelmez; tersine ona, saygıya dayalı, içtenlikli ve daha güçlü bir yetke (otorite) kazandırırdı.

Eski Türkler için büyüyüp yetiştikleri ve baba ocağı (törkün) dedikleri aile çok önemliydi. “Ocağın ateşinin hiç sönmemesi”, dirliğin sürdürülmesi gerekirdi. Bunun için, büyük ve ortanca kardeşler evlenip “ocak”tan ayrılırlar, ancak küçük kardeş kalırdı. Belirli aralıklarla, tüm kardeşler aileleriyle birlikte, baba ocağı’nda toplanırlar, “ataya (babaya) saygı törenleri” yapılırdı. Türkler, yurt’lan gibi baba ocaklarım da asla unutmazlar, çok uzakta bile olsalar, ona olan saygılarını, güçlü bir bağlılıkla sürdürürlerdi.

Eski Türkler’de aileye gelin gelen kadına her zaman sahip çıkılır; dul kaldığında, kocasının bekâr kardeşlrinin onunla evlenmesi (kayın alma) toplumsal bir görev olarak kabul edilirdi. Bu davranış, başka toplumlarda görülen, malların bölünmemesini amaçlayan bir girişim değil, doğrudan kadına gösterilen saygı ve sahiplenmenin bir ürünüydü. Böyle olmasa töre, kadının miras hakkını kısıtlayan bir biçimde düzenlenir, mirasın bölünmesi böyle önlenirdi.

Tarihte hiçbir toplum, kadını Türkler kadar erkekle eşit saymamış ve hak tanımamıştır. Her iki cinsin kendilerine ait, karşı cinsin yerine getirmek zorunda olmadığı görev ve sorumlulukları vardı. Birbiri içine girmekle beraber, kadının ağırlıklı görevi aile içinde, erkeğin ise dışındaydı. Buna karşın, her cins aynı eğitimden geçer; cinsler arasında ayırım, toplumun tüm kesimlerinde yadsınırdı.

Kadının toplum içinde önemli bir yeri vardır. Bu önem Dede Korkut’ta; “kadın kendini överek adam olmaz; ancak güzel düşünür, güzel konuşur ve kocasına iyi öğütlerde bulunursa yücelir”, “kocası onu dinler” biçiminde ifade edilmiştir. Irk Bitig‘de; babanın emir, annenin öğüt verdiği görülür; çocuk isteğine göre, birine ya da ötekine uyardı.Kadın örtünmez, haremde kalmaz, erkeğin gittiği hemen her yere giderdi. Erkeklerle bayramlara, şölen’leve ve içkili toplantılara katılır; onlarla birlikte kımız ya da şarap içebilir; kendisi de şölen düzenler, davetler verebilirdi. Erkek gibi ata biner, ok atar, öküz arabası kullanırdı. Çin kaynaklarına göre; “kocaları dama oynarken onlar futbol oynar”, “pazara gittiklerinde, paketleri kocaları taşır’  ve açık bir kibarlıkları vardır. Ama gerekirse ava ve savaşa da giderlerdi. Arap gezginci İbn Arabsah, Türk kadınları için; “erkekler gibi savaşıyor, kafirlerin üzerine dörtnala at sürüyorlardı..”, diye yazar.

Kadınların bu denli özgür ve cinsler arasında farklılıkların az olması, Türk kadınlarının kendilerine özen göstermediği, süs ve güzelliklerine dikkat etmediği, cinselliğe önem vermediği anlamına gelmez. Giysileri son derece renkli ve süslüdür, zerafete ve alımlılığa önem verirler. Beğenilmeyi severler ve güzellikleriyle ilgili övgüleri, “memnuniyetle kabul ederler.” Serbestçe kullandıkları özgürlüklere sahiptirler, ama son derece iffetlidirler.. Ünlü İtalyan gezgini Marco Polo, bir “seyahatname klasiği” olan Millione adlı yapıtında, Türk kadınlarının “ahlaki temizliğini” över ve onların “tüm dünyanın en temiz ve ahlaklı” kadınları olduğunu söyler.
Tedirgin etme (taciz), kadına saldırganlık (tecavüz), evlilik dışı ilişki (zina) gibi cinsel suçlar Türk toplumunda yok denecek kadar azdır. Kadına saldırının Türk hukukundaki cezası ölümdür. Cinsel saldırıya uğrayan kadın toplumdan dışlanmaz, ona sahip çıkılır. Evlilik dışı çocuğu olursa kadın bir ağaçla evlendirilir, çocuk bu yolla meşrulaştırılır.

Günümüzde töre cinayeti adı verilen olayların Türk töresiyle bir ilgisi yoktur. Basında sıkça kullanılan bu tanım herhalde, Türk geleneklerini yıpratma amacını taşımalıdır. Saldırıya uğrayan kadına sahip çıkılırken namusunu korumayan kadın hoşgörülmez. Eski Türk inancına göre Doğum Tanrısı (Ayzıt), “ne denli yalvarırlarsa yalvarsınlar, namusunu korumamış kadınların yardımına” gelmez.

lO.yüzyılın ünlü coğrafyacısı Al-Balhi, kitâb al-bad va’l-tarih adlı yapıtında, “Türklerde kadının erkeğe eşit” olduğunu, toplumsal yaşamın her alanında “varlığını sürdürdüğü”nü ve beğendiği erkeğe “evlenme teklif edecek kadar” özgür olduğunu yazar. 12.yüzyıl tarihçilerinden İbn Cü-beyr, “Türk ülkelerinde kadına gösterilen saygıyı, başka hiçbir yerde” görmediğini söyler.

Cübeyr’in saptaması, dönemi Osmanlı’nın son üç yüz yılı dışında, Türk tarihinin hemen her dönemi için geçerlidir. Türkler’de kadına saygı, içtenliksiz bir kibarlık değil, yaşam biçimine yerleşen doğal bir davranıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün, kadının toplum içindeki yeri konusundaki düşünceleri ve gerçekleştirdiği yasal düzenlemeler, bu davranışın en somut örneğidir. 29 Nisan 1935’de, Yoksul Kadınlar Cemiyeti ve Kadın Esirgeme Kurumu hakkındaki görüşlerini açıklarken şunları söylemiştir:

“Yoksul kadın, hiçbir şeyi olmayan kadın olarak algılanmaktadır. Oysa, kadın denilen varlığın kendisi başlıbaşına yüksek bir varlıktır. Ona yoksul demek, onun bağrından kovup gelen insanlığın yoksulluğu demektir. Eğer insanlık bu halde ise, kadına yoksul demek uygun görülebilir. Ancak gerçek bu mudur? Birkaç yüzyıldan beri Türk kadınlığının anlamı unutulmuş, o bunca varlığın maddi ve manevi kaynağı olduğu halde yüzüstü bırakılmış; unutulmuş. Varlığı ve erdemi unutulmuş olan Türk kadınlığına, ayağa kalkarak hürmetlerimizi göztereceğiz ve bunu düşünerek Kadın Esirgeme Kurumunu kuran bugünkü Türk kadınlığını ayakta selanılamalıyız.”

14.yüzyılın ünlü Arap gezgini İbn Batuda, Seyahatname’sinde, Orta Asya kadınından övgüyle söz ederken onların “peçe, çarşaf diye birşey tanımadığını”, “erkeklerle birlikte dolaştıklarını”, gerektiğinde “komutan olacak kadar” iyi savaştıklarını söyler. Çin’e giderken tanıştırıldığı “beyliğine hükümdarlık eden” Urdüca adlı bir Türk kızından söz eder ve şunları yazar: “Melike kendisini selamladığım zaman bana Türkçe ‘huşün misin, hanşi misin?’ yani nasılsın iyi misin diyerek yanına oturttu. İyi bir Arapçayla konuşabiliyor ve yazıyordu… Hindistan’dan geldiğimi söyleyince, ‘ben onlara sefer edeceğim ve o ülkeleri zapt edeceğim, oradaki zenginlik ve asker çokluğu ilgimi çekiyor’ dedi. Bu Melikenin askerleri arasında, kadın ve kızların bulunup erkekler gibi savaştıklarını, kendisinin de erkek ve kadın askerlerinin başında düşmana şiddetle saldırdığını, Nahoda (geminin kaptanı y.n.) daha sonra bana anlattı.”

Eski Türkler’de kadının siyasal yaşamda da önemli bir yeri ve kabul edilmiş hakları vardı. O dönemdeki inanç düzenini, erkeğin kutsal kuvvetini öne çıkaran Toyonizm ile kadına önem veren Şamanizm’in oluşturması, kadın ve erkek arasında hukuksal olduğu kadar siyasal bir denge de yaratıyordu. Toplantılara, kadın ve erkek birlikte katılırdı. Toplumu ilgilendiren siyasal kararlarda, hakan kadar hafun’un da yetki ve sorumlulukları vardı. Herhangi bir buyruk yazıldığı zaman, buyruk’un uygulanması için hakan’m yanı sıra hatun’un da imzası olması gerekiyordu; hatun’un imzası eksikse o buyruk’a boyun eğilmezdi.

Hakan, yabancı ülke elçilerini tek başına kabul etmezdi. Elçiler, hakan’ın sağda, hatun’un solda oturduğu devlet kurulunda, huzur’a kabul edilirlerdi. Şölenlere, genel toplantılar (kengeş)’a, kurultaylar’a, dinsel törenlere; hatun, mutlaka hakan’la birlikte katılır ve bu toplantılarda herhangi bir örtünme kuralına bağlı olmazdı. Hakan’ın iktidar ortağı”olan hatun’un ünvanı Türkan’dı. Türkan, hepsine birden hatun denilen hakan sülalesinin prensesleri içinden seçildiği için, ona da yalnızca hatun deniliyordu.Göktürk Hakanı Gültekin Han’ın devlet yönetimini eşi Kutlulu Sultan ile paylaşması, konuyla ilgili ilginç bir örnekti ve göstermelik bir değer vermeye değil, kesin olarak Kutlulu Sultan’ın iyi yetişmiş, yetenekli bir yönetici olmasına dayanıyordu.

Kadının toplumdaki yeri, özellikle Arap kültürüyle ilişkiye geçildikten sonra önemli oranda değişti, ancak hiçbir zaman eski Türk geleneklerinden tam olarak kopulmadı; eski yaşam biçimleri ve alışkanlıklar, önemli oranda korundu. Yeni durumun koşullarına uyulsa da bu uyum, Prof.Osman Turan’ın deyimiyle, “çok yüzeysel” kaldı. Anadolu Türkleri’nde kadınlar, eskisi kadar olmasa da toplumsal yaşam içindeki önemli yerlerini korudular. Özellikle nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan kırsal kesimlerde, üretimden ve ev dışı yaşamdan kopmadılar. Prof. Fuat Köprülü’nün bilgilerini Aşık Paşazade’den aktardığı ve Anadolu’da etkili bir kadın örgütü olan Kadınlar Örgütü (Bâcıyan-ı Rûm), kadınların Türk toplumu içindeki etkisini gösteren ilginç örneklerden biridir. Memlûklar döneminde Mısır’da, yalnızca kadınların katıldığı tekkeler kurulmuştu. Selçuklu döneminde Konya’da kadınlar, tarikat şeyhlerine bağlanıyor ve örtülü de olsa onların meclislerinde bulunuyorlardı. Dülkadir Beyliği’nin, “otuz bin erkek ve otuz bin kadından” oluşan bir ordusu vardı.

Kadınların orduda görev alması ya da bağımsız birimler halinde savaşlara katılması, yalnızca Dülkadir Beyliğinde görülen bir olay değildir; Türk tarihinin hemen her döneminde ve özellikle Kurtuluş Savaşı gibi milli varlığın tehlikeye düştüğü dönemlerde kadınlar, herhangi bir görevlendirmeyi beklemeden, kendiliğinden silahlı mücadeleye katılmışlardır. İspanya’da Müslüman fethini başlatan  Türk komutan Tank bin Ziyad’ın ordusunda, savaşçı kadınlardan oluşan birlikler vardı. Kırım Sava-şı’nda (1853) Kara Fatma, Türk-Rus Savaşı’nda (1877) Erzurumlu Nene Hatun, Kurtuluş Savaşı’nda Fatma Seher (İzmit dolayları), Ayşe Hanım (Aydın), Tayyar Ramiye Hanım (Adana), Yirik Fatma (Gaziantep), Fatma Kadın (Mudurnu), Makbule Hanım (Gördes), İstanbullu Saime Hanım; çeteler kurarak ya da kurulmuş çetelere katılarak savaşan ünlü kadınlardan bazılarıdır.

Kurtuluş Savaşı’nda 70. Alay Komutanı olan Albay Hafız Halit Bey’in kızı Nezahat’ın öyküsü, pek çok insana inanılmaz gibi gelebilir, ama bu bir öykü değil, TBMM zabıtlarına geçen somut bir gerçektir. Balkan Savaşları’nda doğan, sekiz yaşında annesini yitiren, kalacağı bir yeri olmadığı için babasıyla cephelerde büyüyen ve 12 yaşındayken Meclis’çe verilecek ilk İstiklal Madalyası’na aday gösterilerek önerge verilen Nezahat için; TBMM’nin 30 Ocak 1.921 gün ve 140 sayılı oturumunda Bursa milletvekili Emin Bey şu konuşmayı yapmıştı:

“Efendiler, Nezahat Hanım sekiz yaşında annesini yitirmiş, babasının da kimsesi olmadığı için onun yanında kalmış ve genel savaşta (Birinci Dünya Savaşı ) değişik cephelerde büyümüştür. Albay Hafız Halit Bey, kahraman bir komutanımız, Nezahat da bu kahramana layık bir çocuğumuzdur. 12 yaşında çocuk haliyle, yüzden fazla düşman öldürmüştür. Ne zaman bir erin, bir subayın sarsıldığını görse, hemen yanına koşar, ‘hadi beraber savaşalım’ der, onunla birlikte çarpışır. Babasında en ufak bir endişe görse hemen ona koşar, ‘hiç üzülme baba, annem öldü, seni de vururlarsa ben yetim kalmam, bana millet bakar, haydi babacığım’ diye onu teşvik eder. Kim bir parça sarsılsa, Nezahat Hanım mutlaka onun yanındadır. İlk İstaiklal madalyasını bu kızımıza erirsek, büyük bir kadirbilirlik göstermiş oluruz. Yüce Heyetinize arz ederim.”

Kaynak:  Antik Çağdan Küreselleşmeye  Yönetim Gelenekleri ve Türkler